www.mudanyamudanya.com


Ardımızda kalanlar

Yaşarken ne çok eşya ediniyoruz. Hoş bendeki de lâf, sanki öldükten sonra eşyalarla işimiz varmış gibi!

Bazen ölen birinin ardından gereksiz düşünce baloncukları şişirirken yakalarım kendimi.

İşte derim öldü gidiyor, onca yıllık dünya mücadelesi bitti der demez içim karabasanlarla dolar. Aman, kimin dolmaz ki… Karabasan kovalayanların telâşıyla başlarım hayatın canlı teranesine. Hey ölüm aklımdasın tamam, ama hayat da var!

Hayat, hey hayat sen de aklımdasın!

İçine düşülen kıstırılmışlık sosuna bulanmış hiçlik duygusu, anında alabora ediyor insanı.

Çizgi çok ince…

Zihnimize üşüşen nahoş düşünceleri kışkışlamak konusunda üstümüze yok. İnsan korunaksız varlık, bedeni neyse de aklını kaydırıvermesi an meselesi. Fazla düşünce mi, işin içinden çıkamama halleri mi ne dersek diyelim şirazeyi dengede tutmak bazılarımızı epey zorluyor. Hele de hassasiyet zafiyeti biraz ortayı geçmişse hâller duman.

Erkek ya da kadın en mahrem, en kıymetli eşyalarını ulu orta bırakıp göçüp gitmiş. Hadi bakalım onun yerine kendini koyma da dur! Var mı öyle empati yoksunluğu? Ölüp gidenin ardından neler olur, kimler nasıl dalarlar onun mahremiyetine; nasıl olur da en kıymetli eşyaları, kimselere gösteremediği notları, evrak ve muhakemeleri dökülüverir ortalık yere…

İnsan denilen varlık bu kadar mı korunaksız, bu kadar mı sonrasız!

Haksızlık etmemeli yine de, bir süre eserleriyle anılarıyla meşgul eder geride kalanları, sonra günden güne dost meclislerinde adı okunmaz olur. Ailelerin yarası içindedir ki, onlar bile birer ah ile geçiştirirler kendilerini koruma adına. Öyle ya ölenle ölünmüyor! Geride kalanlar için yaşamak gerek, en çok da kendin için. Bazılarına bencilce gelen bu teselli ikiyüzlülüğün kabullenilir şekli!

Evet, ne çok şey bırakılıyor geriye. Ölüp gidiyorsun ve dokunduğun her şey gerilerde kalıyor. Kurumamış mürekkebin bile capcanlı ama sen yoksun. Olmadı işte, artık mürekkep bile kullanmaz olduk. Pilot kalemler rengârenk. Ve dahası dijital tuşların tıkırtısı kulaklara ince tını…

Babamın ardından onun el yazması notlarını ne zaman görsem gözlerimin dolmasını engelleyemem. Bir şerbetli kurabiye tarifi ilişiyor gözüme; belli ki annem bir komşusundan duyarak anlatıp ona yazdırmış. Seksen yaşının inci dizisiyle o nasıl intizam, o ne asker disiplini be babam…

Edebiyat insanlarının da, sanatçıların da müzelere konan eski gözlüğü, daktilosu, kalemi, fırçası, eskizleri filan da içimi bir tuhaf eder, ama o müzelikler biraz kurgudur sanki. Daha çok yaşanmışlık kokan gerçek evler, evlerin odalarındaki yıpranmışlık, kanepe ve masaların gün görmüşlüğü, öylece yarım kalmış bulmacalar, ajandalara iliştirilen notlardır beni koparan. Fotoğrafları saymıyorum, eski fotoğraflar nedense en aşina olup kanıksadığımızdır. Eğer ki gizli albümlerde saklanmamışlar ise! Ayracı bol nice yarım kitap, kullanılmaktan nikotinleşmiş küllükler, kahve lekeli kirli fincanlar, bir türlü kullanmaya kıyılmayan eski parfüm şişelerinin her biri tonlarca öykü anlatır. Her birine gizli sözcükler dökerken yakalarsın kendini ve yine bir fasıl için şişer. Tozlu perdelerin dışındaki yaşayan dünyaya bir soluk göz atarsın. Ev ölmüş anılar bahçesiyse dışarısı yaşayan canlılar dünyasıdır ne olsa.

Gidenin ardından en şair en filozof olduğumuz anlar onun eşyalarına dokunup onun havasını soluduğumuz anlardır.

En dipsiz tefekkürlerin hepsi aynı anda hücum ederler zihnimize ve etraftakiler sanır ki hüzün ve üzüntüdür kişiyi sessizleştiren. Sessizdir kişi çünkü aynı anda milyonlarca kelimeleşmemiş harfler çatışıyordur beyninin içinde. Nice kargaşa, birden taşar kapağı kapanıp hava alamayan çorba tenceresi gibi. Birden bire sel gibi gelir akan yaşlar. Birden bire gelir ölümün ardındaki çaresizlik…

Ardımızda bırakacağımız eşyaların aslında birer ömürlük yaşamlar olduğu gerçeğine uyanmamak en masum kaçışımızdır. En masum, en kabulü kolay olan…

Nurdan ÇAKIR TEZGİN