Günlerdir kalem tutamadı ellerim. An geldi, yazmadan duramadım. Hepimizin hayatında zor yaşanmışlıkların üstüste geldiği dönemler olmuştur. Böyle bir silsilenin son halkası olarak, en son 27 Mart itibariyle kızımı sınav kapısında bekledim. Ve,
-Gel, dedi kalem. Tut artık elimden.
Büyük ihtimalle, bu metin başlığı size, Betty Mahmudi'nin kitabı ve ondan uyarlama 1991 yapımı, Sally Field'in başrolünü oynadığı filmi hatırlatmıştır. Yazacaklarımın, bununla uzaktan yakından ilgisi yok açıkçası. Ama, değil mi ki "asl'olan" kızıma dairdi yazmak istediğim, işbu nedenle ezberden düştü çalakalemim.
Bir çocuk dünyaya getiriyorsunuz. Benliğinizin yoğunluklu eforunu ona yönlendiriyorsunuz, hiçbir geri dönüşüm beklentiniz olmadan. Onunla emekliyor, onunla heceliyor, onunla düşe kalka büyüyorsunuz. Anne çocuk arasında oyun kuruyor, sonra o oyunun figüranı oluyorsunuz gönülden. Olabildiğince erken yaşta, kalemlerle boyalarla tanıştırıp, çatal bıçak kullanmayı, diş fırçalamayı, eve konuk geldiğinde hoşgeldinlemeyi, el öpmeyi, kucaklaşmayı, teşekkür etmeyi öğretiyorsunuz. Kendisini ifade etme noktasında terbiyeyle sınırlı bir sınırsızlıkla onu özgür bırakıyorsunuz. Biri karnınızdayken henüz,birinin elini tutarken sokakta,beri yandan sırt çantanızda bebecik eşyaları, elinizde de evin ihtiyaçlarını taşıyabiliyorsunuz. Yeteneklerini olabildiğince erken ve doğru yerden yakalayabilmek, önünü açabilmek için, ona doğru büyük bir keşif yolculuğuna çıkıyorsunuz. Tıpkı Curling (Körling) oyununda, buzda ilerleyen granit taşın yolunu, sürekli fırçayla açmaya çalışan iki oyuncu gibi. Hem oyun taşının ilerlemesi için zemin temizleyen, hem de taşı yönlendiren iki oyuncu.
Masallar okuyorsunuz uyku öncesi. Kitaptan ya da ezberden. Masal tadında uyusun bebeciniz diye.
-E artık masalı da dinledi, uyur birazdan derken, siz gün boyu yorgun düşmüşlüğünüzden... Bir bakıyorsunuz afacan, değil uyumak çoktan, dikelip oturmuş meraktan.
-Ama dün gece böyle anlatmamıştın anneeee:)
Değil tematik kaydırma, kelime oynattıysanız yerinden işiniz bitik. Alternatife açık olmadıklarından değil. Sadece anlattığınız şey her neyse, onu aynıyle isterler, hepimiz yaşamışızdır buna dair örnekler.
-Hay Allah annecim, nasıl da unutmuşum, teşekkür ederim beni uyardığın için...
Sonra okula gönderirsiniz. Artık evde özel hocasınızdır aynı zamanda. Çocuk çalışır çalışmasına da, yine de bir kontrolör gerekir her zaman. Sistem de bunun talebindedir zaten. Hiç olmadı imza atmanızı ister. Onlarla ilgilenirken, bizim zamanımızda orta okulda öğrendiğimiz kimya bilgisini ilkokul 4. sınıf müfredatında gördüğümde, bayağı acınmıştım yavrucaklara da çaktırmamıştım.
H.G.Wells'in bir kitabı vardı hani, "Zaman Makinesi". Filmi de çevrildi. Bazen, hani mümkün olsa, "Zaman Tüneli"ne giresim gelir. Çocuklarımın bebekliğine kucak kucak sarılasım, mucuk mucuk öpesim, pür-u-pak kokularını soluyasım gelir. Ama nafile, hayalim, hayal bile değil, ham hayalden de öte. Sonra düşünürüm, iyi ki de böyle bir ihtimal yok. Yoksa nasıl ayrılabilirim o zaman diliminden. Geçmişte kaybolup giderim hepten, onların bugünü de kaçar elden. Çünkü, yaşanan yaşanmıştır bir kez ve akmaz zaman geriden...
Bir de bakarsınız büyümüşlerdir. Siz, daha hangi arada bir derede bu yaşa geldiğinizi anlamamışken henüz, onlar çoktan civanmert, aşmışlardır boyunuzu çoktan. Bu satırların yazarı naçizane, şuan memleketimin 1 milyon 692 bin 345 sınav çocuğunun, sınav annelerinden biriyim. Ve bütün sınav annelerine empatimle, onlara dair sorumluluğumla yazıyorum. Gençler zaten başım-tacım.
Hepimiz için çok zor bir süreç. Bizim çocukluğumuzda üç beyaz kader noktası vardı, kız çocuklara öğretilen. Kundak, gelinlik ve kefen. Şimdi o kadar çok baraj var ki çocuklarımızın önünde.
Allah yardımcıları olsun. Biz anne babalar "sadece" üstümüze düşeni yapıyoruz. Allah, asıl onların emeklerini boşa çıkarmasın.
Seneye kuvvetle muhtemel bu türden bir yazıyı oğlum için yazıyor olacağım. Olası farklı açılımlarla.