Çatalfırın ve Altıparmak semtlerinde oturan eski Bursalılar Sıradükkanlar’ı iyi bilirler. Sıradükkanlar’ın önünden yürüyerek Bursa Kapalı Çarşısı’na, Tahtakale’ye, İtfaiye’ye, Çakırhamam’a gitmek çok sıradan bir ritüeldi bir zamanlar…
Çarşıya çıkmak demek Sıradükkanlar’ın önünden iğne iplik, züccaciye, çanta terlik bakınarak geçmek demekti. Şimdikiler hatırlamaz, doksanlı yılların sonuna doğruydu dev alışveriş merkezleri furyasına yenik düşüp yıkılmıştı, Zafer Meydanı’nda Zafer Sineması’nın karşısında 1958 Bursa Kapalı Çarşı yangınından sonra yapılmış tek katlı aynı boyda sıralı dükkanlardı onlar…
Sıradükkanlar ile annemin şifon başörtüsünü nasıl ilişkilendirdiğimi düşündüm bugün. Ne alakaysa! Annem ve onun yaştaki akranlarının her gün olmasa da günaşırı topuk teptikleri çarşı soluklanmaları, o devir kadınlarının kendilerini dışarı atmalarına vesile olan hava almalardı sanırım. Üç beş düğme ve bir masurayı bahane edip giderlerdi çarşıya ve mutlaka Sıradükkanlar’ın önünden geçerlerdi.
Giderken bayır yukarı zorlanılsa da, dönüşte Altıparmak’a doğru bayır aşağı evin ihtiyaçlarını görerek ter içinde ama, mutlu mesut dönülürdü! Kadınları anlamak zordur, pek az harçlıkla çıkarlar çarşıya bir bakarsınız dünyanın alışverişini yapmışlardır! Hayat mı mucizeydi o yıllarda! Sıradükkanlar’ın itfaiye tarafından yukarı çıkılınca Çakırham’a varılır, oradan çoğu zaman Bakırcılar çarşısına girilirdi. Komşulardan birinin sünnet düğünü ya da oğlu kızı için çeyiz alışverişi varsa Bakırcılar çarşısı mutlaka şöyle bir yoklanırdı. Kızı olan annelerin oradan birkaç havlu ya da nakışlı bohça almadan çıkmadığı aşikardır. Ayakkabıcılar çarşısı en sevdiğim ama en çile çektiğim çarşıydı çocukluğumda. İri ve tombul ayaklarıma çocuk ayakkabısı bulabilmek eziyeti zavallı annemi nasıl da çileden çıkarırdı. İle de kırmızı ayakkabı hem de rugan hem de ayağıma uyacak! Tanrım ne zor bir buluşma…
Ayakkabıcılardan, şadırvanlı kuyumcular çarşısına geçildi mi, mevsim yaz ise iyice bir serinler ortadaki havuzun kurnasından buz gibi soğuk sular içerdik. Çocuğuz ya susayıp acıkmamız bitmezdi. Annem altının gram fiyatını mutlaka takip ederdi, almasa bile alacakmış gibi ciddi bakışlarla süzerdi iki metrelik altın köstekleri, burgulu bilezikleri… Köstekler, tuğralar ve yonca kolyelerle midye küpeler ne modaydı eskiden…
Anne babalar, karne hediyesi olarak oğullarına bisiklet saat alırken, kızlarına da altın bir kolye, ince bir köstek ya da küpe alırlardı. Bana alınacak altın zincire parası yetişmeyen annemin şifon eşarbını terli elleriyle çekiştirişini unutabilir miyim?
Açık renk tayyörünü ya da işi aceleyse pardösüsünü çekerdi üzerine annem. Saçlarının birkaç buklesini alnına düşürdüğü çeşitli şifon eşarpları vardı, çiçeği belli belirsiz ama daima pastel tonlardaydı. Çarşıdan dönünce acıkmış olurduk, sokak kıyafetini aceleyle çıkarıp genişçe yayardı yatağın üzerine teri havalansın diye, sonra doğruca mutfağa yemek yapmaya… Unutmadan, balıkçılar çarşısına uğramışsak bir kilo da hamsi ya da istavrit almış olurduk, annem hızla ayıklayıp kızartır salatayı da yapıp sofraya koyardı. Babamın işinden dönüşü, yemeğin hazırlanışına nasıl denk gelirdi (!) çocuk aklımın bir mucizesi daha...
Çarşıda çok zaman geçirilmişse eğer, dönüşte Sıradükkanlar’dan daha hızlı geçilirdi sanki!