O günleri, yüzyıllar öncesi yaşanmış eski çağ efsaneleri gibi anıyor olmak tuhaf geliyor... Çocukluğunu altmış ve yetmişli yılların Bursa’sında geçirmiş olanlar bilir, Temmuz ayı; yazları şeftalinin en bol olduğu aydır. Haziran ortasıyla başlayan erkenci çiçek şeftalisinin ardından, giderek irileşip tatlılaşan türleri yetişirdi Bursa’da. Komşu teyze ve annelerimiz, isimleriyle andıkları şeftali çeşitlerinden hangi zamanda marmelat, komposto ve reçel yapılır çok iyi bilirlerdi.
Temmuz ortalarından Ağustos sonlarına kadar şeftali evimize kasalarla girerdi. Daha da önemlisi, bahçesine davet eden konu komşu eş dosttan tanıdıklarımız olurdu ve yıldan yıla mutlaka onların bahçesine gidilirdi... Bahçe sahiplerince toptancıya satılmış şeftalinin ardından kalan tek tük şeftaliler tekleme yapılmış gibi daha bir ballaşır bizim koparmamızı beklerdi sanki. Zaten, bahçe sahibi ürettiği şeftaliyi toptancıya vermiş olsa da, birkaç ağacı toplatmaz kendine ayrırdı. Cumbur cemaat gidilirdi meyve esansı kokan tüylü şeftali bahçelerine. Gün boyu bahçede kalınır, yemeli içmeli piknik de yapılırdı. Şeftalinin tüyleri kaşındırdıkça kardeşlerimle zırıldadığımızı hatırlıyorum. Ne yapsak kaşıntımız geçmez, artezyenden kol kalınlığında buz gibi akan soğuk suyla sürekli kol ve bacaklarımızı yıkardık.
Nasıl da kaşınırdık şeftali bahçelerinde...
Ezilmesin diye çanta torba gibi şeylere konmazdı şeftaliler, illa ki kasalara dizilirdi tek ya da çift sıra. Yarma, hale, beyaz şeftali dediğimiz çeşitler kalmış aklımda...
Annelerimizin biz çocuklara beyaz giydirmek gibi de bir takıntısı vardı! Yaz mevsimine özgü beyaz merserize bluzlarımız, şort ve elbiselerimiz olurdu hepimizin. En ufak bir leke olsa çamaşır suyu ve Tursil ile kaynatırdı annem ki daha sonraları Omo’da çıkmıştı. Tursilli günler diye de bir yazı yazsam fena olmayacak!
Şeftali ve Tursil ne âlâka değil mi? Oturduk mu kasanın başına bir yanda çeşme hortumunda yıkayıp soyar, sayısını unuttuğumuz kadar çok fazla yerdik kollarımızdan şapır şapır akıtarak. Bıçakla şeftali soymaya 2000'li yıllara doğru başladık, Bursa şeftalisinin kabuğu parmaklarımızın dokunuşuyla ayrılırdı etinden zahmetsizce ve lokum tadı avucumuzda erimeden atardık ağzımıza avurtlarımızı şişirerek... Ay ne keyifli yemelerdi onlar! Dirseklerimizden akan şeftali suları elbiselerimizin eteklerine sızardı, çenemizden akanlar da göğüs yakamızın önünde kocaman lekeler oluştururdu. Zavallı annelerimiz nasıl da telaşlanırlardı, ya çıkaramazlarsa lekelerimizi diye... Görünen lekeleri çıkarmak en kolayı oysa, ya görünmez olanları çıkarabildik mi bir yaşam boyu? Ne gereksiz bir telaş diyorum ama, biliyorum ki hiçbir şey gerçekleştiği zaman diliminde gereksiz algılanmıyor. Her devir kendi gerçeklerini pek güzel hazırlıyor önümüze...
Şeftaliler o zamanlar şeftali gibi şeftaliydi. Bugünkü tüysüz şeftali kepazeliğince abartılmamıştı. Ne garip insanlar olduk, sahip olduğumuz bütün değerleri başkalaşıma uğratacağız diye debelenip duruyoruz. Bu kadar mı doyumsuzuz? Eskiden, yarma şeftaliyi biz çocuklar bile elimizle ortadan ikiye ayırabilirdik, pembe beyaz kokulu şeftali cinsinin özel olduğunu bilirdik ve sanki daha bir özenli tüketirdik annemden gördüğümüz kadarıyla. Eti sertçe ama tadıyla kokusu parfümden ağır olan o hırt kıtırlıktaki pembe beyazın tadı bugün bile belleğimde...
Şeftali reçelinin kazanı bir yana, çamaşır kazanı bir yana kurulurdu sanki! Tabi bahçeli evlerimiz vardı, kara dipli kazanlarımızın asıldığı odun ocağı kurulan odunluklarımız vardı. Salça, reçel, konserve kazanları ayrı, çamaşır kazanı ayrı olurdu. Kaç kavanoz şeftali kompostosu yapardı annem, kaç kilo şeftaliyi kirece yatırırdı reçeli kıyır kıyır olsun diye? Şeftali reçeli kokan evlerimiz vardı, annelerimiz de şeftali kokardı sanki!