Yaş ilerledikçe tabiatın hareketliliğinden ve mevsim değişimlerinden daha mı etkilenir olduk?
Çocukluk ve ilk gençliğimizde, beyaz çoraplarımızla rugan ayakkabılarımıza çamur sıçratan gereksiz bir ıslaklıktı yağmur. Rüzgâr ve fırtınalar da ona keza elbiselerimizi saçımızı başımızı bozan uygunsuz havalardı! Okul çıkışı itiş kakış olan otobüslere binmek dert olur, ıslak şemsiyelerin kopmuş tellerine sıkılırdı canımız en fazla! Kapalı havalarda da hiç bitmeyen gürültülü şakalar yapardık arkadaşlarımızla, büyüklerimizin iç karartan dedikleri yağışlı sonbahar kış havaları biz gençlere sıra dışı bir şeyler söylemezdi. Okul, arkadaşlar, büyüme özentisi kılık kıyafetler, hoşlandığımız öğretmenlerin gözüne girme uğraşları, evde her daim bulunan en lezzetli anne börekleri, poğaça ve kurabiyeleriydi biz çocuklar için sonbahar. Yiğitliğe çamur sürmezdik ıslansak bile yürürken caddede, koşup komik olmamak için yağmura rağmen yavaş yürür eve attık mı kapağı anca anlardık üşüdüğümüzü! Kalkardı tencerelerin kapağı bir bir, üşüdük ya, sıcacık bir çorba, kurufasulye ve turşu nasıl da tetiklerdi yuvaya sığınma duygumuzu…
Annemin, kapalı havalarda derince iç geçirip; “içim sıkılıyor, canım hasta ruhum evlere sığmıyor” diyerek duygularını ifade edişini hatırlıyorum. Uludağ’ın görünen uzak tepelerine bakıp gözleri dalardı; “memlekette kapıları kapatmazlar daha, yağmurlar yağsa da ılıktır hava oralarda, Mendos’un tepesine duman oturmuştur artık” diyerek mırıldanırdı kendi kendine… Onun ne demek istediğini, duygu dünyasının darallar getiren içselliğini anlayabilmek mümkün müydü o vakitler! Elbette hayır. Yıllar geçip onun yaşına geldiğimde anlıyor olmak, geç de olsa hak vermenin dışa vurumu olsa gerek! Yaşanmışlık… Anlatmakla anlaşılmayan, yaşamakla öğrenilen süreç.
Salt kapalı havalar mı; Güneşli havalarda pırıl pırıl bir gökyüzüne dalıp, Şamanvari bir huşu ile titremek de, olgunlaşan zamanı yorumlayış gibi geliyor. Ya o günleri unuttuk, ya da bugünkü dipsiz içselliğin kapağını kaldırmamıştık henüz ilk gençlikte. Doğayı keşfetmemiştik diyemiyorum zira bu bize haksızlık olur. O dönemler doğayı kavrayış biçimimiz farklıydı. Mevsimsel döngü, ilkbaharın can eriği, sonbaharın narı döngeliyle sınırlı olmasa da, tanımlayamadığımız sevinç ve yeislerimiz elbette vardı. Vardı da, yaşın ilerlemesiyle bütün bunlar giderek daha değerleniyor daha bir ulaşılmaz geliyor sanki.
Biz orta yaş insanları “zaman kısalıyor da ondan” diyoruz. Bu doğru olabilir mi?