64. Cannes Film Festivalinde, Lars Von Trier'in son filmi ''Melancholia'' olduğunu öğrendiğimizde, yine bizi ilginç ve bir o kadar da kışkırtacak ne yaptı acaba diye merak ettik.
Ardından festivalde yaptığı basın toplantısında Hitler'i çok iyi anladığına dair verdiği demeçle herkesi karşısına aldı ve deyim yerindeyse ''aforoz'' edildi. Sonradan özür dileyip ne kadar yanlış yaptığını anlasa da bu hatası hem festivale damgasını vurdu, hem de belki de gelecek ödüllerinin akibetine neden oldu. Film sadece en iyi kadın oyuncu ödülünü ''Kirsten Dunst'' aldı.
Ne derse desin, onu yönetmenimizin son dönemlerdeki akıl karışıklığına bağlıyoruz. Ağır bir depresyonun getirisidir diye bakıyoruz, neden?...
Çünkü bu tip duygudurum bozuklukları dahi-deli kombinasyonuna birebir uyar. Üretim sürecini de son derece olumlu etkiler deyip, hoşgörü yelpazemizin bir köşesinin hatırı sayılır yerine yerleştiriyoruz.
Gelelim filme... Uzun süren, son derece sanatsal ağır çekim sahneleriyle açılış yapıyor Trier. Bu sahnelerde zaten seyircinin çoğu eleniyor, geriye kalan sağlam izleyicileri ilk yarının sonundan itibaren gerçek bir sinema şöleni bekliyor.
Düğün kısmı biraz sıkıcı ve akıl karıştırıcı olsa da iki kız kardeşin ailesel konumlarını tanıyoruz ve melankoli tanımının yetersiz kaldığı, bence ağır bir depresyon geçiren ( Annesinden kaynaklı olduğunun vurgulandığı) Justine, düğününü berbat edip, sonrasında bir türlü çıkamadığı depresyonu sayesinde duygusuzlaşarak, gelen felakete acısını yokedecek bir kurtarıcı olarak bakar.
Film iki bölüme ayrılmış. Bölümler iki kız kardeşin adını taşıyor.
''Justine ve Claire''...
Son derece kötümser ve lafını esirgemeyen bir anne ve hiçbir şeyi ciddiye almayan havai baba, aslında iki kardeşin birbirine daha da sıkı bağlanmasını sağlamış. Ayakları yere daha sağlam basan kardeş Claire, her ne kadar kardeşine kol kanat gerse de yaklaşan felakete karşı son derece korkak bir duruş sergiler. Sonuçta bir çocuğu vardır ve onun geleceğinin olmayacağı için daha da korkmaktadır.
Belki bazılarımız zaman zaman acaba böyle bir şey olabilir mi diye düşünebiliriz. Felaket senaryoları, kurguları insanoğlunun yapısal genlerinde vardır aslında, ve bu çoğu zaman tanrısal cezalandırma olarak da adlandırılır.
Bahse konu filmimizde, belki de manik döneminde yaptıklarından dolayı çelikkıran teyze olarak adlandırılan, ama bizim filmin başından sonuna depresif gördüğümüz Justine, gerçekleşmekte olan sona karşı son derece soğukkanlı, hatta yeğenini avutacak kadar da aklı başında ve sağlam bir duruş sergiler, ama biz biliriz ve sezeriz ki bu durum onun kurtuluşunun da gelişidir. Ve duyduğu hazzı da sergilemekten çekinmez.
''Anti Christ'' teki sert ve şok edici söyleminden sonra daha yumuşak bir tarz benimsemiş Trier.
''Dogma 95'' hareketinin öncü yönetmenlerinden Lars Von Trier'i her daim şaşırtıcı, başdöndürücü yapıtlar yaratması sebebiyle izlemeye devam edeceğiz.
Söylemleri onu bağlar, bize sunduğu ve yarattığı filmlerin sinema sanatındaki yerleri her zaman ayrıdır.
Not: Filmde benim için en büyük sürpriz sevdiğim tablolardan biri olan Brueghel'in ''Karda avcılar''ın yer alması idi. Acayip keyif aldım. Sağol Trier...