Ünlü ''Love Story'' filminin bir yerinde ''Aşk hiçbir zaman pişmanlık duymamaktır.'' diye iddialı bir cümle geçer. Pişmanlık duymamayı sadece aşka indirgemek, onunla tanımlamak ne kadar doğrudur bilemiyorum.
Evlilik içinde aynı değer söz konusu olamaz mı? Aşk bir süre sonra ortadan kalkıp yerini daha ağır ve oturaklı bir sevgiye bırakıyorsa uzun soluklu bir evlilikte pişmanlık ta söz konusu olamaz!... Eeee... Bundan daha güzel ne olabilir ki?
Haneke'nin son filmi Aşk (Amour) 65. Cannes Film Festivali'nden büyük ödülle döndüğünden beri kıvranıp duruyorum, gelse de izlesek diye.
Aykırı filmleriyle insanları rahatsız etmeyi kendine görev edinmiş olan yönetmenimizin aşkın hangi kısmına Haneke imzasını attı diye oldukça merak etmiştim. Sonunda başım göğe erdi, izledim.
Açıkçası önceki Haneke filmleri kadar irrite edici bulmadım. Yaşlanmanın getirdiği sonuçlar zaten başlı başına itici ve rahatsız edicidir. Gündelik yaşamda örneğin bacaklarında derman kalmamış, zar zor yürüyen bir yaşlıyı kısa bir süre gözlemlemek bile insanın içini acıtmaya yeterlidir.
Film işte bu gerçeği olduğu gibi aktararak, aslında aşkın da filmde satır aralarını doldurma işlevini gerçekleştirdiğini görürüz. Tipik benmerkezci, katı Fransız insan ilişkileri biz Türkler için oldukça şaşırtıcı olmakta filmi anlamak açısından. Biz de olsa böyle yapmazdık, yapamazdık dediğimiz pek çok davranış şekli mevcut... Yadırgatıcı... (Bir kız evladının anneye sahip çıkmaması mesela!)
Başrolde felçli müzik öğretmenini oynayan Emmanuelle Riva kelimenin tam anlamıyla muhteşem bir oyunculuk sergiliyor. (1927 doğumlu imiş ve bu rolle pek çok en iyi kadın oyuncu ödülü kazanmış.) O kadar gerçekçi ki sanki film boyunca esastan inme iniyor, ve biz hastalığının tüm evrelerini gerçekten oluyormuş gibi duyumsuyor ve gözlemliyoruz onun sayesinde.
Sırf Riva'nın bu görkemli oyunculuğu için bile izlenmesi gerekir Aşk'ın.
Kocası rolündeki Jean-Louıs Trintignant'da bir o kadar başarılı aslında, hakkını teslim etmeliyiz.
Hastalıkta ve sağlıkta diye başlayan evlilik yemininin yaşamda ne kadar gerçeklik payı vardır diye sorgulamanın filme yansıtılmış, güzel de kotarılmış halidir ''Amour'' bir anlamda... Maalesef bizim toplumumuzda eksikliğini çokça hissettiğimiz, özendiğimiz entellektüel bir yaşam tarzına da filmde şahit oluyoruz. Klasik müzik dinleniyor, sürekli kitap, gazete okunuyor (Felç geçirmenin akabinde dahi...), konserlere gidiliyor vs... Onlar için olmazsa olmaz bir yaşam tarzı bu, ne kadar güzel. Darısı başımıza diyerek kendimi yoramayacağım çünkü bunun asla olamayacağını düşünüyorum.
Durağan bir film olduğundan dolayı çoğu kişinin seyrederken zorlanabileceğini sanıyorum. Ve yaşlılığı izlemekte pek keyifli değil... Ancak kaçınılmaz sonumuz bu olduğundan, başımıza gelebilmesi muhtemel gerçeklere şimdiden kendimizi hazırlamak ve sağlıklı geçirdiğimiz her günümüze tekrar tekrar şükretmek adına izlemekte yarar var diyoruz ve sözümüzü noktalıyoruz.