Yetmiş seksen hatta doksanlı yıllarda Aralık ayı girdi mi, tüm dergi ve gazete sayfaları yılbaşı önerileriyle dolup taşardı eskiden. Annemin okuduğu, sonraları benim de abonesi olduğum dergilerde her türlü yılbaşı ayrıntısı ince ince düşünülüp yazılmış olurdu. Kimler yazardı o hayran olunası yazıları, kimler nerelerde çekerdi o parlak özenli fotoğrafları!
Bugünlerdeki gibi öyle kolay bir şey değildi fotoğraf çekmek, hele güzel ve her arzu ettiğin fotoğrafa ulaşabilmek hiç kolay değildi. Bereket ki, rengarenk kartpostallarımız vardı. Simli, açılıp kapanan, Noel Baba’lı, hediye paketli, çam ağaçlı ve geyikli kartpostallar… Yılbaşına 15 – 20 gün kala kurulan seyyar stantlarda kartpostal dünyasını seyretmek ne kıymetli anlarımızdı. Kırtasiyecilerdeki çeşitleri de mutlaka görür fakat daha çok çeşit için seyyar stantları tercih ederdik her okul dönüşü. Postane önünde tükürükle pul yapıştırmanın heyecanı nasıl unutulur!
Öğrenci bütçemin elverdiğince kartpostallar satın alır, sevdiklerime gönderirdim. Nedense, her gün gördüğüm halde fazlaca kıymet verdiğim öğretmenlerime de gönderirdim. Hem de en güzellerini… Açılıp kapanan, simli, kokulu olanlar en değerlilerimdi. Tabi kokulu ve müzikli kartpostallar da vardı bir zamanlar. Sahi şimdi de var mı?
Yine gittim eski günlere…
Oysa, çocuklukla ilk gençlik yıllarıma denk düşen yeniyıl heyecanlarındayım bugün. O, şıkırtılı ince kuşe kağıda basılan dergilerin renkli dünyası öyle güzel hayallere uçururdu ki, gündelik yaşamlarımızdaki imkansızlıklar fazlaca batmazdı gözüme! Dergi sayfaları yılbaşı tuvaletli hanımların muhteşem ihtişamıyla parlardı, karlarla kaplı çamların arasında kırmızı yeşil bereli güzel kızlar gülümserdi inci dişleriyle. Soğuktan üşümeyen pudralı burunlarına bakıp kendi burnumu ısıtmaya çalıştığım moda mecmualı kadim günler işte… Bugünden bakınca ne de naifmiş.
Meyve meyveydi de nedense daha çok ve çeşitte satın alınırdı yılbaşı için. İlla ki tavuk doldururdu annem. Jandarma usulü soğanlı maydanozlu, tane karabiberli pirinçten iç pilav hazırlar tavuğu onunla doldurup bir güzel dikip pişirirdi. Sonra da haşlama suyundan çıkarıp tereyağında nar gibi kızartırdı. O koku şimdi bile burnumda trampet çalıyor! Ispanaklı kol böreği, zeytinyağlı lahana ve yaprak sarması olmazsa olmazımızdı.
Babam, sırf o güne özel dünyanın en karışık en çeşitli çerezini satın alırdı bir kese kağıt dolusu. Her çeşitten yüzer yüzellişer gram olan çerezleri iyice karıştırmak için kesekağıdını aşağı yukarı öyle bir hoplatırdı ki o ses hala kulağımda… İlla ki mink ekler pastalar ve portakal şekerlemeleri de alırdı babam. Bazen de fındıklı ve üzümlü çikolata bonbonları da alırdı sanki…
Ayrıca ev yapımı çikolatalı büyük gato pastamız olurdu, söylememe gerek yok yılbaşı pastamızı ben yapardım. Annem kremalı pasta ve kabaran kek yapmayı bilmezdi. Onun işi kurabiye, poğaça ve börek, tatlı faslıydı. Bol cevizli kabak tatlısını unutmayayım, o da mutlaka pişmiş sırasını bekliyor olurdu bir kenarcıkta. Nasıl yerdik onca şeyi!
Televizyonlar hayatımıza yeni girmişti, beş on yıllıktı en fazla. Hepimizin yüzü ekrana dönük, tombala kartelalarımızı yokluyor olurduk elimizle. On kuruş beş kuruş, illâ ki parasına oynardık. Yılbaşına özeldi. Bilirdik ki bir tek yılbaşında oynanırdı parasına tombala.
Gözümüz televizyonda, kulağımız tombalada, diğer yanda ha bire atıştırılan yiyeceklerle gırtlaklar mesaide, uzun upuzundu yılbaşı gecelerimiz eskiden…
Çoğunlukla babam çekerdi tombalayı yüksek perdeden nakaratlı sesiyle. Televizyona fazlaca kaptırmış isek kendimizi hemen onun sesiyle uyarılırdık; “İki yedi yan yana yetmişyedi”, “ yalnız doksan, ram pam paaa…”
Haydaaa birinci çinkooo…
Birimiz sevinç çığlıkları atarken diğerlerinin suratı asılır, o hırsla “oku bakalım sayılarını kontrol edelim” demeler ve gülüşmelerle bacası mutluluk tüten evler, evlerimiz… Her şey çocukken güzeldi tabi!