Salça kavanozunun kapağını açamayacağını bilen kadın, içeride mumya gibi hareketsiz yatan kocasına doğru gayri ihtiyari iç geçirdi, ne vardı hasta olacak sanki!
Sadece kavanoz kapakları olsa iyi, tüm yüksek raflara uzanma işi, ufak tefek tamiratlar, güç isteyen erkek işleri hep ona bakardı bu evde düne kadar.
Ne olacaktı şimdi? Bu yeni durum önceki durumların hiçbirine benzemiyordu. Ah boşuna dememişler beterin beteri var diye! İyice yatağa mahkûm olmadan önce en azından kendi işini kendi yapıyordu, sürüyerek de olsa ayakları üzerine durabiliyordu. Ah, akılcığı da yerindeydi tabi, canının istediğini söylüyor, istiyordu. Şimdi öyle mi, susadığını bile bilmiyor verirsen içiyor, yedirirsen yiyor kuş yavrusu gibi…
Kadın alışamıyor bu yeni duruma. Düşündükçe içi fena oluyor, sürekli ağlıyor… Ağladıkça merhameti kabarıyor; aman ihtiyaçlarını eksik etmesin diye kendi yaşına başına bakmadan dört dönüyor kocasının etrafında. Oysa kendisi de hasta. Onun da ilgiye bakıma ihtiyacı var. Sürekli kendi kendine konuşuyor; Allahım, isyan etmiyorum, tövbeler olsun bu günüme de bin şükür. Bütün bunları bu yaşımda neden yaşadığımı biliyorum, kendi dertlerimi düşünecek fırsatım olmasın diye verdin bana bu çileleri biliyorum. Ah koca rabbim sen ne dilersen iyi dilersin, var mı başka çaresi?
Bu sene kış da ne uzun sürdü! Baharı hiç gelmeyecek sandıydım. Kuşların sesini siz de duyuyorsunuz değil mi, geç de olsa bahar bile geldi işte…
Bahar geldi gelmesine de benim neyime, çıkamadıktan sonra kırlara bayırlara, iki köfte pişiremedikten sonra piknik ateşinde! Nasıl çıkayım, nasıl bırakayım onu öylece yatağında? Zaten onsuz gitsem neye yarar, kim yakar odun ateşimi, kim “hadi hanım yorma kendini, gel dinlen biraz” der, onsuz nasıl çıkar ki kırın bayırın keyfi.
Koskoca adam, yakıştı mı sana öylece yatıp kalmak…
Ah Mehmet Bey, yine oyunbozanlık ettin, oldu mu ya!