Başlık garip gelebilir ama son okuduğum roman bana ister istemez bu soruyu sorduruyor. Okuyup bitireli epey olduğu halde elimden atamıyorum bir türlü. Onlarcasının dizili olduğu raflarda uygun olan bir yer bulup okunmuşlar arasına katmakta zorlanıyorum. İstiyorum ki hep çalışma masamın üstünde, gözümün önünde olsun. Ne iş yapıyor olursam olayım ara sıra ona dönüp bir başından bir sonundan, ortasından okuyayım. Beni bu kelime yığınına çeken şeyin ne olduğunu da anlayamıyorum. Aslına bakılırsa özel bir dil bile içermiyor. Çoğu kısa, dolambaçlı olmayan cümleler, her gün meramımızı anlatmak için kullandığımız kelimeler… Ne ilk, ne son, ne de aradaki satırlarda olağandışı hiçbir şey yok; ancak metnin tamamı hem çok tanıdık hem de çok farklı, büyüleyici bir dünya yaratıyor. Gerçeklerden örülmüş bir düş dünyası…
Hasan Ali Toptaş’ın Gölgesizler romanından söz ediyorum. 1994'de yayınlanmamış haliyle Yunus Nadi Roman Ödülü'nü alan bu eser Almanca’ya çevrildiğinde yazarı Doğunun Kafka’sı olarak nitelendirilmiş. Bana kalırsa hiç kimseyle kıyaslanmayacak, son derece özgün bir yazar Hasan Ali Toptaş; ancak illa bir benzetme yapmak gerekirse Anadolu’nun Marquez’i tanımı daha çok yakışıyor.
Bir berber dükkânı… Romanın dünyası hepimizin bildiği, tanıdığı belki her gün önünden geçtiğimiz bir berber dükkanında açılır ve soluk almaya başlar. Onu özgün kılan birkaç ayrıntı dışında hiç betimlenmez bu mekan. Okur imgeleminde gönlünce inşa edebilsin diye özgür bırakılır. Müşteriler ve berberin kendisi de sadece onları ötekilerden ayıracak en belirgin özellikleriyle anlatılır. Ardından başka bir berber dükkânına geçeriz. Büyü de orada başlar. Bu ikincisi gerçekte var mıdır yoksa berber hayalini mi kurmaktadır? Berberin varlığı tartışılır durumdayken onu çerçeveleyen dünya ve insanlar ne kadar gerçektir. Berberi merkez alarak genişleyip köyün tamamına yayılan hikâyede anlatılanlar dünyanın her yerinde gerçekleşebilecek, her köyde yaşanabilecek olaylardır. Bir kızın bir ayı tarafından kaçırılması, bir delikanlının atın saldırısına uğrayarak öldürülmesi, yediği dayakla aklını yitiren bir genç, yasak aşklar vs… Ancak kurgu o kadar akılıca planlanmış ve anlatım o kadar güzeldir ki başka bir gezegene, bir düş ülkesine gitmiş gibi oluruz. Sanki gözümüzün önünde olup bitenleri çıplak gözle değil de ışığı kırıp prizmatik renklere ayrıştıran bir camın ardından seyrediyor gibiyizdir. Olan bitenler hem gerçekten yaşanıyor, hem de bir hayaldirler. Roman kahramanlarının hepsi gerçek insanlar gibi gözümüzün önündedirler bir bakıma ama öte yandan sadece yazarın düş gücünde soluk alıp verdiklerini de düşünürüz. Yazar kahramanlarına iki dükkân arasında mekik dokutarak okurun kafasını özellikle karıştırır. Bir varmış bir yokmuş diye başlayan masalların dünyasında yetiştiğini her an anımsatarak satır aralarında göz kırpar durur.
Tarafsız bir gözlemcidir yazar. Hiçbir karakteri kayırmaz, yan tutmaz, hepsiyle arasına eşit uzaklık koyar. Duygularını ya da akıllarından geçenleri de bilmez. Bilse de bize anlatmaz. Ancak olaylar öyle birbiri arkasına gerçekleşir ki okurun da durup bunları düşünecek zamanı yoktur. Kahramanların iç dünyasını eylemlerinden ya da eylemsizliklerinden çıkarırız. Bu kadarı da yeter. Zaman zaman nedenlerle ilgili sorularımız olsa da yazar duymazdan gelir. Böyle bir görevi olduğunu hiç düşünmemiştir. Daktilosunun başına geçmiş, oğlunu bakkala jilet almaya yollamış ve imgelemine düşenleri yazmıştır sadece. Üstelik hiç düşünmeden, tartmadan, olduğu gibi, bir bardak çay içimi süresinde yazmıştır sanki. Kelimeler kendiliğinden, ardı ardına dizilivermiş gibidirler. Okunurken de aynı kolaylıkla çözülür gider metin. Yormadan, tökezletip duraksatmadan, ardında yatan büyük emeği hissettirmeden der diyeceğini. Romanı benzersiz ve değerli kılan özelliklerden biri de kuşkusuz bu yalınlığın altında yatan derinliktir.
Bütün büyük eserler gibi tekrar tekrar okunmayı hak eden romanlardandır Gölgesizler. İnsana, yaşama dair çerçevelenip asılacak güzellikte söylemlerle dolu, düşünce üreten düşüncelere gebe, doğurgan bir romandır. Hiçbir iddiada bulunmadan, burnu Kaf Dağı'nda saptamalar yapmadan bir hikaye anlatır. Öyle bir hikayedir ki anlattığı insana ait ne varsa içerir. En temel içgüdülerinden, en çağdaş bunalımlarına kadar hepsini… Ancak metin boyunca alttan alta işleyen en temel ve iç yaralayıcı izlek insanın yan yana yaşadığı halde birbirini görmeyi, birbirine değmeyi başaramayışıdır. En yakındakiler bile eldir birbirine, uzaktır. Bir ıssızlık, neredeyse katı bir cisim gibi hissedilen yalnızlık sinmiştir bütün satırlara… Birbirine bunca yakın yaşayıp da tanımayan, bilmeyenlerin devlet denilen ulu makamın defterinde bir noktadan fazla yer tutmamaları da kaçınılmazdır.
Son sayfada, giderayak bir şaka daha yapar bize yazar. O güzel sürprizi açıklayarak okumanın tadını eksiltmek istemem ama şu kadarını demekte sakınca görmüyorum. Kitabın sonunda bir romandan çok çağdaş bir masalla karşı karşıya olduğumuzu anlar, şaşırırız. Hoş, sevimli bir şaşkınlıktır bu. Büyükler için yazılmış bu çağdaş masalın içindekiler, “adını bilmediğimiz karşı komşumuzdan” daha gerçektirler çünkü.