Çoğu insanın burun kıvırdığı eski Türk filmlerini izlemeyi severim. Kıt bütçelerle dar zamanlarda çekilmiş, çoğu zaman dönemin Holywood modasından esinlendiğinden yaşam biçimimize aykırı düşen senaryolarla kotarılmış bu filmlerin kendine özgü bir saflığı, insanın güzel yanlarını yansıtan çocuksu bir duygusu vardır. Günümüzün masumiyetini iyiden iyiye yitirmiş dünyasına aykırı düşen bir naiflik içerir çoğu.
İyi adam yumruğunu değdirmemeye çalışarak kötüyü pataklarken boyayla mermer görüntüsü verilmiş karton sütunlar devriliverecek diye yüreğimi tutarım. Ya da filmin başından sonuna kadar ucuz astarlıktan dikilmiş aynı elbiseyi giyen prensese acırım. Simsiyah boyalı kirpikleri kaşlarını döven Türkan Şoray başına bir yemeni bağlayarak köylü oluvermiştir, ya da yamyassı olmuş bir otomobilin altından çıkarılan yaralı kadın yolun kenarında dudağının boyası bozulmadan yatar. Veremli kızın yanaklarından kan damlamaktadır da, hasta olduğunu elindeki iğne oyalı ipek mendile damlatılan kırmızı boyadan anlarız.
Geçenlerde ütü yaparken gözümü oyalamak için açtığım kanallardan birinde nispeten yeni tarihli bir tanesine rastlayıp izlemeye koyuldum. Ünlü arabeskçilerimizden birinin o dönemde dillerden düşmeyen şarkısı için çekilmiş filmin konusu şöyle: Namusu için hapse düşmüş arabeskçi günü gelip dışarı çıktığında biricik kız kardeşinin tecavüze uğrayıp utancından kendini öldürdüğünü öğrenir. Bunu yapan da çok zengin birinin oğludur.Tecavüzcüyü öldürmek üzere evine giden adam cana kıymaya eli varmadığı için vazgeçer ama delikanlının güzel bir ablası olduğunu öğrenince kısas yapmaya karar verir. Kızı kaçırıp doğrudan tecavüz etmek delikanlılığına sığmaz elbette. Önce meşhur ve zengin olup bitişik köşke taşınır, ardından kızı kendine aşık eder. Artık bütün ülkede tanınan arabeskçiye körkütük aşık olan kız kendi isteğiyle sevdiği adamla sevişmekte hiçbir sakınca görmez ve bekâretini teslim eder. Beklenen saat gelmiştir. İntikam planını dantel gibi işleyip iğnesini yerine sokan delikanlı kızı kolundan tuttuğu gibi yan köşke sürükler. Kirlettiği(!) ablasını tecavüzcü kardeşin önüne atıp dokunaklı bir söylev verir. Kendi canının yandığı gibi onların da üzülmelerini, aile şerefine sürülen lekeyle utanca boğulmalarını beklemektedir. Tecavüzcü delikanlıyla vurdumduymaz babasının kederle kahrolan yüzlerini görmek, içini yakan kardeş acısını bir nebze de olsa küllendirecektir.
Fakat o da ne? Olay hiç beklediği gibi gelişmez. Muhasebecisiyle görüşmekte olan baba, arabeskçiye ilgisiz bir bakış fırlatıp “ Böyle saçma sapan bir şey için mi böldün toplantımızı?” diye sorar ve yeniden işine döner. Kız kardeşinin intiharına neden olan delikanlıysa neredeyse boynuna sarılacaktır. “Öyleyse ödeştik, artık bana kızman için bir sebep kalmadı,” diye sevinç çığlıkları atar. Bizim zavallı arabeskçi saçlarından sular damlayarak yerde yatmakta olan sevgilisinin nefret dolu bakışlarıyla ortada kalakalır. İntikamını alamadığına mı yansın yoksa rol icabı yaklaştığı ama zamanla sevdiği kadının aşkını yitirdiğine mi bilemez. Bu sahnede ütüyü bir yana bırakıp epeyce güldüm ve esas oğlanımız yanık bir türkü tutturduğu için kanal değiştirdim. Daha fazlasını içim kaldırmayacaktı.
Bu filmi doğru analiz edebilmek için izleyicinin zekasına güvenemeyen yönetmenlerin tıpkı 19. yüzyıl romanlarında olduğu gibi iyiliği de kötülüğü de abartma yöntemini kullandıklarını, karakterlerine tek bir anlam yüklediklerini dikkate almalıyız. Ve - aman işte Türk filmi- deyip geçmek yerine o zamanın koşulları, toplumun değerleri, izleyici beklentileri vs. gibi faktörleri de göz önünde bulundurmalıyız.
Burada bana asıl ilginç gelen yan yana yaşayan insanların yaşam felsefesinin bunca uzaklığı. Birkaç metre arayla inşa edilmiş tıpkısının aynısı evlerin, içlerinde birbiriyle bu kadar taban tabana zıt dünyalar barındırıyor olabilmesi. Hikâye saçma sapan, oyunculuklar inandırıcılıktan uzak olsa da peliküle yansıyanların inkar edilemeyecek bir yanı var. Bu toplumda bekaretin yitimini cinayet yada intihar nedeni sayan insanlarla biran önce yok edilmesi gereken bir engel gibi görenler yan yana, burun buruna yaşıyor. Hangisi doğru? Düğüm bu soruda. Doğruların bir tane olmadığını, pek çok değişkene bağlı olarak aktan karaya uzanan tonlarda binlerce doğru olabileceğini kabullenmekte. Herkesin doğrusu kendine deyip olan bitene biraz sükunetle yaklaşabilirsek hayatımız epeyce kolaylaşacak sanırım. Daha sakin, huzurlu, daha üretken bir toplum olacağız.