Günlerdir, 12 Eylül’ün Mudanya için önemini düşünürken, eski kutlamaları, Mudanya evlerini, anılardaki bayramları, bayramın yaklaşması ile ilgili pek çok konunun çatısını oluşturmak adına aklıma gelenleri küçük notlar şeklinde bloknotuma yazıyordum.
Ancak İstanbul’da yaşanan sel felaketinin boyutlarını izledikçe, tüm kurguladıklarımı bir kenara bırakıp, bu yaşananları paylaşmak istedim.
Evet; yağmur BEREKETTİR, doğanın CANLANMASIDIR, ürünler için CANDIR.
Yaşanılanları izledikçe, bugün bu felaketin içindeki çocuklar, aile bireylerini yitirenler, evlerini kaybedenler için bundan sonra her yağmur içlerini acıtacak ve anılarının sembolü olacaktır.
Olayları takip ederken hep kendimi onların yerine koydum. Yüzlerindeki korku… Çaresizlik… Annelerin çığlıkları… benzer olay 1996 yılında da yaşanmıştı.Sene 2009 gene yaşıyoruz.Ne kadar acıdır ki bu karmaşa, umutsuzluk içinde yağmalama olayları….
Biz duyarsız bir toplum mu olduk?
Biz bu kadar bencil bir toplum mu olduk?
Beynimin bir tarafı HAYIR diye isyan ediyor. Hemen aklıma çok söylenen bir tümce geliyor. ’AĞLAYANIN MALI GÜLENE YAR OLMAZ’
Şimdi soruyorum…
O yağmalanan tabaklarla, o yağmalanan bardaklarla, o yağmalanan tencerelerde nasıl aş pişirecek nasıl yemek yiyecek, nasıl su içeceksin? Hiç mi vicdanın sızlamayacak?.
-Çeyizime koyacağım bu yemek takımını diyen genç arkadaş… Yarın anne olduğun zaman çocuklarına nasıl eğitim verebileceksin? (Ki her zaman eğitimin okullarda verilen öğrenimden çok daha önemli olduğunu savunurum)
Ya sen yağmaladığın malları satan arkadaş o para ile ekmek alırken nasıl vicdanın rahat olacak?.
Amacım kimseyi suçlamak, sorgulamak, ya da yargılamak değil. Sadece davranış biçimlerinin yanlış olduğunu vurgulamak ve anımsatmak.
Siz siyasi parti mensupları; artık ‘sen yaptın! ben yaptım’ suçlamalarını, Siyasi kimliklerinizi, dünya görüşlerinizi bir kenara bırakıp ve el birliği ile omuz omuza bu mega kentin, 2010 Avrupa Kültür Başkenti’nin ve bu vatanın her karış toprağının yaşanılır hale getirilmesine, doğanın tahrip edilmesine, çarpık kentleşmeğe hep beraber karşı koyalım. Ormanları yok etmeden kalanları koruyarak, su havzalarına yapılanmayı önleyelim.
Marmara depremi bekleniyor ve her an olabilir deniliyor. Yağmurda bunları yaşadık, olası depremde yaşayacaklarımızı düşünmek bile istemiyorum. Ama düşünüyorum da..
Biliyorum ki sadece düşünmek çare değil. Düşündüklerimizi uygulayarak, hayata geçirerek yarın olacakların önüne geçebiliriz.
Teknoloji ilerledi.. İlerliyor diyoruz teknolojiden yeterince faydalanabiliyor muyuz?
Kitle iletişim araçlarını yeterince doğru olarak kullanabiliyor muyuz?
Çağ atladık diyoruz, ama yağmurla mücadele edemiyoruz.
17 ağustos depremini birebir yaşadım. Rahmetli babam Adapazarı’nda kızım Çınarcık’taydı. Bunlar korkunç manzaralardı. Benzer doğal afetleri kimimiz yaşadık, kimimiz yazılı ve görsel basından takip ederek yaşadık. Çocukluğumuzda zamanı olmadığı için budanan, yasal prosedür uygulanmadan ağaç kesenlere parasal cezalar verilir, insanlar mahkemelere giderlerdi. Peki, bugün ne değişti? Bunun cevabını bulmakta zorlanıyorum. Yaşadığımız olaylarda hepimiz suçluyuz ve bunu söylemenin, kendi kendimize itiraf etmenin zamanı geldi de geçiyor bile.
Nefes almamızı sağlayan oksijen deposu, akciğerlerimiz olan ormanlarımızı keserek yok etmedik mi? O kesilen ormanlık alanlarda yapılan muhteşem villalarda, konutlarda oturarak ifademi bağışlayın ama ’…villarında oturuyorum’ diye havalara giren biz değil miyiz? Su havzalarını imara açan oradaki konutları alıp, rantta prim veren biz değil miyiz?
‘-Aaa şekerim İstanbul’un dışında doğa ile iç içe yaşıyorum, kentin karmaşasından uzaklaştım. Yeni yapılan yerler de var siz de oraya taşınsanız. Yine beraber olurduk’ diye bu yok oluşa bizlerde katkıda bulunmadık mı? Var olanları yok edip sonra sil baştan ağaçlandırma etkinliklerine SOSYAL olmak adına katılmadık mı? (Bu etkinliklere gerçek anlamda katılan ve destekleyenlere sayın Hayrettin Karaca gibi gönül verenlere saygım sonsuz). Bu söylemlerin sonu yok.
Size yaşanmış bir olayı anlatmak istiyorum. İstanbul’da yaşayıp, Kuzguncuk’u bilmeyen yoktur sanırım. Kuzguncuk’un çok eski bir bostanı vardır. Bu bostan tapu kayıtlarında barakalı bostan olarak geçer ve İllia’nın bostanı olarak bilinir. Buradan taze sebzeler alırdık. Sonrasında çiçek serası oldu ve işlevini hiç yitirmedi. Bu bostan zaman zaman imara açılmak istendi. Bu dönemlerde çoluk çocuk, genç, yaşlı tüm Kuzguncuklular öylesine bir vücut olduk ki .. aramızda kimler yoktu? Can Yücel(Can baba), eşi Güler abla, Nedret , Tiyatro sanatçısı Uğur Yücel bir anda aklıma gelenler. Öyle kenetlendik ki .. bu yapılanmayı durdurduk. Artık Kuzguncuk’ta yaşamıyorum ama halen aynı duyarlılıkla korunduğunu biliyorum.
Bunu anlatmaktaki amacım, çok uzaklara gitmeden hepimiz yaşadığımız yerlerde doğayı korumak adına üzerimize düşeni bu günden yarına ertelemeksizin yediden yetmişe sahip çıkmalıyız.
Unutmamalıyız ki! Bizler doğadan çaldıkça onu tahrip ettikçe, doğa aldıklarımızın çok fazlasını bizden acımaksızın geri alıyor, ardında da acılı yürekler, gözleri yaşlı analar, anasız babasız çocuklar, evsiz kalan aileler bırakarak…
Doğanın kültürünü anlayıp, insan olarak o kültürle yaşamak dileğiyle…..