Küçüktüm, her yaz tatilimizi Mudanya'daki dededen kalma evde geçirirdik. Bursa'nın bunaltıcı, yakıcı, sıkıcı havasından sonra Mudanya bize cennet gibi gelirdi.
Deniz oldum olası mutlulukla özdeş bir kavramdı benim için, hala da öyle. Hele balık tutmak büyümekle eşdeğer, aynı zamanda aile büyükleri ile eşit seviyeye ulaşmak demekti.
O dönemlerde Arnavutköy dediğimiz, şimdiki yat limanının olduğu yerde aile plajı vardı. Kumsalı bol çakıl taşlı, denizi yosunlu, biz çocuklar için çokta makbul olmayan, gel-gitlere göre varolup yokolan bir yapıdaydı. Bazı seneler birkaç metreye bile düşerdi. Ailecek sabahtan yiyeceklerle gider (Yukarıdaki lokanta o zamanki memur bütçemize fazla geldiğinden), tahtadan ilkel kabinlerde soyunup dökünür, derimiz buruş buruş olana dek denizden çıkmazdık. Babam bizi omuzlarına alıp derine götürür bırakır, arkasını döner giderdi. Ağlaya sızlaya, suları yuta yuta yüzmeyi öğrendik bu sayede.
Daha sonraki yıllarda oltalarımı alıp, kavuniçi Pinokyo bisikletime biner tek başıma oradaki kayalıklara balık tutmaya giderdim. Mudanya'nın denizi temmuz, ağustos aylarında genellikle sabahları dingin ve durgun iken, öğleden sonra poyraza döner, sevimsiz dalgalar kayalıklara vururdu. Misinam o dalgalarda kayalıklara takılır, kopar, çocuk halimle dayımdan öğrendiğim kadarıyla kendime yeni oltalar yaratmaya uğraşırdım. Kurşun takmayı, olta onarmayı uğraşa didine, hiç yılmadan tekrar tekrar deneyerek öğrendim. Bunca çabayla tuta tuta sümüklü tabir ettiğimiz kaya balıkları, eğer şanslıysam ispari dediğimiz karagöz yavruları tutardım.
Büyük bir gururla tuttuğum balıklarla eve döner, sümüklüleri bahçedeki kedilere verir, isparileri de anneme teslim eder, pazardan alınan istavritlerin yanında tavada kızarttırıp afiyetle yerdik. İnsanın kendi tuttuğu balığı yemesi de başka bir keyiftir ayrıca...
Ortaokul yıllarında biraz daha profesyonelleşip, dayımın kayığıyla şu an Kumyaka Sitesi olan, o zaman Eroğlu Sitesi adındaki yazlığında istavrit avına gitmeye başladık. Akşam üzeri çıkılan bu törensel balık avı bizim için tam bir şölendi. Tuttuğumuz balıkların temizlenme ve kızartma gibi eziyetli kısmı ise zavallı yengeme kalırdı. Hava kararınca da evin erkekleri lüksleri alıp lüfere çıkarlardı, bizi götürmezlerdi. Biz de somurtup oturur, sonra da oyuna dalıp unuturduk. Tutulan LÜFERLER bize fazla geldiğinden site halkına dağıtılırdı. Masal gibi... Şimdi lüferi bul bulabilirsen.
Dayım bazen akşam üzeri ağ atardı. Sabah erkenden kalkılır, çoluk çombak ağ ayıklamaya sahile inerdik. Bu iş gerçekten çok meşakkatliydi. Ağdan kırlangıçlar, dil balıkları, mezgit, istavrit, çarpanlar falan çıkardı. Şimdilerde çok popüler ve pahalı olan dil balıkları o zamanlar kedilere verilirdi, kimse dönüp yüzüne bile bakmazdı.
Yaklaşık üç yıldır kendi çapımızda tekne ile istavrite, bazen lüfere falan çıkıyoruz ama, deniz mi kurumuş, Marmara mı ölmüş nedir boşa kürek sallıyoruz. Geçen yıl birkaç saat yakıt harcayıp yarım kilo istavritle dönünce misafirlerimize balık sözü verdiğimiz için gidip balıkçıdan kilosu 8 liradan istavrit alıp dünyanın en pahalı balığını yedik, gülüşerek, üzülerek.
Geçenlerde dostlarla balık sohbeti yaparken Aslı arkadaşımız rakamla 12, yazıyla oniki tane palamut tuttuğunu söyleyince hasetimizden...!!!
Bu sene henüz siftah edemediysek de acayip bilenmiş durumdayız.
Balığa çıkmak işte böyle muhteşem bir duygu, bir tutku, bir yaşam biçimi.
Marmara Denizi'nden ricamız bu sene daha verici olması yönünde...
Umarım bizi kırmaz...
NOT: ''Fikir Sahibi Damaklar'' blogundaki lüfer kampanyasını gönülden destekliyoruz. Herkesi de katılmaya davet ediyoruz.